Baloncu balonların kaça?
Dalga seslerini duyuyor musun?
“Sabret gönül” diyor mesela. “Sabret seni anlayan yok.”
Şuraya bak güneş batıyor.
Yeşil ışık yandı hadi geçelim.
Hava karardı toparlansak mı?
Madem imza işi tamam, hadi şu yapboza bir şekil verelim.
Yeni işimiz malum; sokak müziği yapıyoruz. Hadi yerimizi de söyleyelim. Erenköy camiinin yanından aşağı yürüyünce sahile inilir. Güzel bir sahil. Orada müzik yapıyoruz. 1 yıllık olmasına rağmen yoğun kullanımlar nedeniyle emektar sayılabilecek amfimizden, üzerinde emek harcanmış altyapılar ve Ferda’nın güzel sesiyle seçilmiş şarkılar peşpeşe şenlendiriyor, hüzünlendiriyor, dinlendiriyor ortamı. “Sabret gönül” diyor mesela. “Sabret seni anlayan yok.”
Yüzümüz sahile, arkamız denize dönük. Dalga sesleri müziğimize eşlik ediyor. Hizmetten fırsat yaratıp, seyehatin tadını da çıkarmaya çalışan otobüs şoförü edasıyla, dalga seslerini duyuyor musun? Diye soruyorum Ferda’ya. “Evet çok güzel değil mi?” diyerek bir nefes daha çekiyor dumanı denizden gelen esintiyle başının üzerinde halkalar çizen sigarasından. Yine şarkılarına devam ediyor.
“Dün güne dize gelince,
Yürek acılara doyunca,
O tez dönüşün geç olunca,
Kendime tahammülü öğrendim.
Kördüm bilendim,
Seni unutmayı öğrendim.
Sen yoktun ben yalnız kalmayı öğrendim.
Acıya duvar gibi durmayı öğrendim.
Kaybolmuş bir dilin sözcükleri gibi,
Köksüz bağsız durmayı öğrendim.”
Güneş, kolu yorulmuş bir çocuğun elindeki lamba gibi yavaşça alçalırken, önce göğü, sonra denizi kızıla boyarken, Ferda’nın dikkatini manzaraya çekiyorum. Şuraya bak, güneş batıyor diyorum. Dişleri dökülmüş ihtiyarın kuruyemiş yemesi gibi bakıyoruz kör gözlerimizle ucundan kıyısından eşsiz manzaraya.
İş beklemez şarkılara devam. Etraftan alkış sesleri yükseliyor. İstek şarkılar, kendisi de şarkı söylemek isteyen ve kıramadığımız dinleyiciler…
Karanlık tonunu çokta fark ettirmek istemez gibi nazlı nazlı çoğaltıyor. Önce sokak lambaları yanıyor, sonra deniz maviliğini kaybediyor. Derken el ayak çekiliyor.
Ferda’nın ağzında Sezen Aksu’nun kolay olmayacak şarkısı. Hava karardı toparlansak mı? Diyorum. Toparlanıp yürüyoruz. Sahil yolu trafik ışıklarında beklerken, karşı köşeden gelen bir kalabalık uğultusu dikkatimizi çekiyor. Gülüşmelere, müziğe, koşuşturmalara falan bakılırsa düğün veya parti gibi bir eğlence ortamı olmalı.
Yeşil ışık yandı hadi geçelim diyorum. Villa veya konak olduğunu tahmin ettiğimiz müstakil bahçeli binanın yanındaki kaldırıma geçiyoruz. Kalabalık o binanın bahçesinde. Yine aşırı kullanılmaktan yaşlanmadan ihtiyarlamış bavulla kaldırıma çıkarken, binanın duvarından, Sahibimin yaşı altmışın üzerindedir diyen tonuyla, Ömer Seyfettin öykülerinden birinden fırlamış gibi bir kadın sesi geliyor kulaklarımıza.
“Baloncu balonların kaça?” Uçan balonlarını gökdelen mütahidi gibi görünür kılmaya çalışan baloncu, oltasına büyük balık takılmış amatör balıkçı sevinciyle, gayet kibar cevap veriyor. “Altmış lira efendim.” Hemen araya giriyor yaşı otuzlarda gibi görünen, muhtemelen oğlu olan bıçkın ve kararlı bir ses. “Abartma sen de şimdi. Elli al şuradan.” Çocuklar harçlık istediklerinde on lira yeter mi? Diye sorduklarım geliyor aklıma. Bunu bir gün yazacağım diye kendime söz verip yürüyorum. O gün, aylar sonra işte bu gündür efendim. Olay nereden baksanız dört ay önce yaşandığından balon fiyatını kırk ve otuzdan altmış ve elli olarak güncelledim. Malum ekonomi takla attı.
Yorum ekle