Yürümekle ayak aşınmaz. O yürümekle yollar aşınmaz değil miydi? Aman her neyse işte; 8 10 durak için otobüse mi binilirmiş? Hem param da cebimde kalır. Dönercilerin, giyimcilerin, eczanelerin önünden geçe geçe yürüyorum. Allah’sız dönerciler de veriyor dumanı dışarı. Ulan olan var, olmayan var. Bir de güzel kokuyor sorma. Neyse canım; karın doyurmak değil mi? Hem kırmızı et zararlı falan diyorlar. Akşam akşam onca parayı dönere vermenin ne gereği var? Bir sigara yakıyorum. Aslında bunu da bırakmak lazım ama neyse… Allah’tan tütüncüler türedi de ucuz sigara içebiliyorum. İşte eve geldim. Otobüse binmedim de ne oldu yani. Ocağa makarna için su koydum. Daha ocağın başından ayrılmadan kapı çalınıyor. Hayırdır diyerek kapıyı açıyorum. Hakan çoluğu çocuğu toplayıp gelmiş. Hoş geldiniz diye gülümsüyorum. Baldız mutfağı devralıyor. “Ne yapıyordun enişte?” diyor. Makarna pişirecektim diyorum. Hakan araya giriyor. “Sizinkiler ne zaman gelecek bacanak?” Daha bir haftaları var diyorum. Baldız, “Keşke ben de gidebilseydim ama izin alamadık işte” diyor. Allah’tan onlar aç değillermiş. Oturup karnımı doyuruyorum. Onlar da balkonda kendi evleri gibi takılıyorlar. Çocuklardan en küçük olanı yanıma geliyor. “Enişte paya vay mı?” Yok oğlum para falan git babandan iste diyorum. Nedense yediden yetmişe herkes, kan kokusu takip eden köpek balıkları gibi para için bana geliyor. İş adamı mıyım ben? O dükkanda akşama kadar canım çıkıyor. Bir lira bir lira topla; sonra da bu yiyicilere ver. Oh be ne güzel dünya. Yemeğim bitince sesleniyorum. Balkona mı geleyim, salona mı geçeriz? Salona geçelim diyerek hareketleniyorlar. Hakan çayları içerken ağzındaki baklayı çıkarıyor. “Bacanak be; araba arıza çıkarmaya başladı. Değiştirme zamanı geldi. Çok da temiz bir araba buldum ama aradaki farkı kapatamıyorum.” Tam kredi çeksen bacanak diye araya girecekken, fırsat tanımadan devam ediyor. “Kredi işlerine de bu güne kadar bulaşmadık, bundan sonra da bulaşmayalım diyoruz.” Adama bak; Zihnimi okuyor hıyar. Bütün yolları kapatıyor. “Hani sen diyorum bacanak; bankada birikmişin falan vardır senin. Biraz koltuk çıksan.” Ağırdan alıyorum. Duymamışım gibi, kafam başka yerdeymiş gibi davranıyorum. Homurdanır gibi bezgin bir sesle, ne gezer? Diyorum. Bende de yok. Baldız söze karışıyor. “Yapma be enişte; daha geçen ay bankada 41000tl paran vardı. Hatta ablama 41 kere marşallah diye takıldım.” Ağaç mı bu durduğu yerde dursun baldız diyorum. Almam gereken ödemeleri alamadım. Gelen ödemelerim vardı, eridi gitti. Son 12000 liram vardı onu da dün bir arkadaşa borç verdim. Dün gelseydiniz ya… Kafadan atarken bu 12000 rakamını neden seçtim ben de bilemiyorum. 41000 liranın aslında 47000 liraya yükseldiğini ve yerinde durduğunu bilseler ne yaparlar acaba? Yüz ifadeleri değişiyor. İkisi birden sözleşmiş gibi “Sağlık olsun” diye mırıldanıyorlar. Bacanak diyorum; boşver gitsin. Ayağını yerden kesiyor işte yetmez mi? Hakan’ın ağzından baştan savma “Doğru, doğru” gibi kelimeler dökülüyor. Bacanaktan bu yana bir hafta içinde tam 5 kişi borç para istedi. Yahu kıtlık mı var memlekette? Şartlar aynmı ama Ben birikim yapıyorum bu herifler dökülüyor. Düşüncelere dalmışken cep telefonum titreşiyor. Ekrandaki çiziklerin arasından Semiha’nın adını görüyorum. Telefonum adeta sükunet sona erdi diyor. Telefonu açıyorum. Semiha direkt sadete giriyor. “Kenan biz bu gece yola çıkıyoruz.” Benim yapacağım bir şey var mı diyorum. “Var tabi” diyor. “Otobüs yarın 9 gibi otogarda olacak gel bizi al.” Ne diyor bu kadın böyle? Dükkanın saatlerce kapanması ne demektir? Arabayı garajdan çıkar… Masraf oğlu masraf. “Ne sustun Kenan dut yemiş bülbül gibi?” diye çıkışıyor Semiha. Halk otobüsüne binseniz olmaz mı? “Saçmalama” diye kükrüyor telefon kulağımda. “Çantalardan, bavullardan, annemin başıma bela ettiği çuvallardan haberin yok tabi.” İçime su serpiliyor; çuval demek erzak demek… Tamam bağırma gelirim; saat dokuz muydu? Diyorum. Vedalaşıp kapatıyoruz telefonu. Semiha’yı ve çocukları eve bırakıp kaçar gibi döndüm iş yerime. Evin salonu ağlama duvarının dibine döndü; çekemem. Bizim baldız damlamıştır şimdi ablasının yanına.
Bu seferlik lüks takılıyorum. Bizimkileri eve bıraktıktan sonra işe arabayla geldim. Nasrettin hocanın kürküne döndü bizim araba. Herkes başına toplandı ne zaman aldığımı soruyor. Arabanın yaşı benim yaşımdan büyük halbuki. Neyini merak ediyorlar böyle? Onlar da haklı. Araba üç yıldır bende ama iş yerime ilk defa getirdim.
Dükkanı kapatınca çay ısmarlama sözü alarak iki arkadaşımı arabama alıp, yolumun üzerindeki istasyona bırakıyorum. Arabayla da gerçekten rahat oluyor yahu. Yokuş aşağı dikilmiş giderken, yan yoldan benim arabayı araba yerine koymayan bir beton mikseri, ya da beni adam yerine koymayan bir kamyoncu hırsla yola karışıyor. Ulan bu frene ne oldu böyle? Anlaşıldı frenden bana fayda yok. Kornaya asılıp soldaki duvara yaklaşıyorum. Sonra da sürte sürte yavaşlatıyorum arabayı. Sürtünmeden çıkan ses, kornanın sesini duyulmaz yapıyor. Kamyoncu panik içinde gazlıyor. Böyle sürtüne sürtüne durabilir miyim? Allah’tan depo sağda. Kıvılcımlar çıkmaya başlayınca işin rengi değişiyor. Milim milim ayrılıyorum duvardan. Hay Allah bu direk nereden çıktı böyle? Direğe bindiriyorum. Ölenlerin hayatı gözünün önünden film şeridi gibi geçermiş; bakalım bende durum ne olacak? Gözümün önünde şerit falan yok, kutu kutu ışıklar yayılıyor sadece.
Neredeyim ben? Tabut kapağı bu kadar yüksek olmaz ki. Hem bu ışıklar… Yoksa öldüm de mezarım nurla mı doldu? Bu tepemde vozıldayan şey nedir? Mavi panolar, bip sesleri… Bir çekmece gibi çekiliyorum bu kutunun içinden. Yok yok; Ne burası mezar, ne de karşımdaki sorgu meleği. Bu iri yarı heriften olsa olsa zebani falan olur. Adam, “Uyanmış” diyor. Kapıdan çıkarıldığımda beyin tomografisi yazısını okuyorum. Sonra taşlar yerine oturmaya başlıyor. Kazayı hatırlıyorum. Ne kadar uyudum acaba? Etrafta bizimkilerden de kimse yok. Para istemeye geldiğiniz gibi hastaneye de gelseniz ya. Tavandaki kalorifer borusundan elime su, içinde bulunduğum durumdan beynime bir fikir damlıyor. Bir süreliğine sağır olsam diyorum. Seven sevmeyen, dost düşman ortaya çıksın. Evet bundan sonra duymayacağım. Duymuyorsun Kenan unutma duymuyorsun. Beynime bu yalanı Boyacı çocukların ayakkabıya cila yedirdikleri gibi yediriyorum.
Koridorun başında bir uğultudur kopuyor. Mork yakınlarda olmalı. Cenaze sahiplerine benziyor. Duymuyorsun Kenan; duymuyorsun. Kapı açılıyor, bizimkiler geliyor. Aynı anda bay zebani çıkmış benim sedyeyi itmeye başlıyor. Bizimkiler, Semiha, Burhan ve Burcu tam kadro buradalar. Burhan ve Burcu, “baba” diye bağırarak koşuyor. Semiha hızlı adımlarla sedyemin yanına gelip ani bir hareketle dönüyor ve sedyeyle birlikte yürümeye başlıyor. Benim sağır olduğumu bilmeden sorular soruyorlar. “Ne zaman uyandın? İyi misin? Bir yerin ağrıyor mu? Kaza nasıl oldu?” Heyecanları yatışmaya başlayınca ve sorulara cevap alamayınca yavaş yavaş sormaktan vaz geçiyorlar. Semiha bizim zebaniye dönüyor. “Neden konuş muyor? Komada falan mı?” “Hayır” diyor adam. Kulaklarımı gösterip duymadığımı işaret ediyorum. Hepsinin yüzü kül gibi oluyor. Burcu’ya bana bir kağıt kalem vermesini işaret ediyorum. Güçlükle anlaşıyoruz. Kağıda, sonrasını sonra konuşuruz. Sizleri duyamıyorum. Beni özel odaya yatırın yazıyorum. Özel odam otel odası gibi. Benim yatağım, mini buzdolabı, refagatçi için bir çekyat ve televizyon var. Masama bir defter ve bir tükenmez kalem bırakıyorlar. Onlar yazıyor, ben konuşuyorum, böylece anlaşıp gidiyoruz. Doktor tomografi sonuçlarımın iyi olduğunu, duymamam için de bir sebep olmadığını, belki bir şokun sonucu olabileceğini, daha ileri tetkik için daha teşekküllü bir hastaneye gidebileceğimizi söylemiş. Artık sadece kulağımla değil, yüz ifadelerimle de sağır olmam gerekecek. Bir sonraki gün Kalabalık bir ziyaretçi gurubu odamı dolduruyor. Baldız, Hakan, Kayınbiraderler, yengeler, kardeşler vs… Beni unutup kendi aralarında sohbet ediyorlar. Sanki bir hastane odasına değil, kafeteryaya gelmiş gibiler. Benim duyamadığımdan hepsi emin. Benim hakkımda sohbet başlayınca gazetemi alıp okur gibi yapıyorum. Bu sayede yüz ifademi daha iyi saklayabilirim. “Ne olacak şimdi?” diyor kayınbirader. “Ne yapacaksın abla?” “Allah büyük” diyor bizimki. “Ne geldiyse başına cimriliğinden geldi” diyor Hakan. “Ne alakası var?” Diyor baldız. Hakan, “paraya kıyıp adam gibi bir araba alsa bu kaza ya hiç olmazdı, ya bu kadar problemli sonuçlanmazdı” diyor. “O külüstürden sağ çıkabildiğine dua etsin.” Hakan, birden hatırlamış gibi soruyor; “Sizin bankadaki para ne oldu baldız?” Semiha, “Duruyordur yerinde ne olacak?” “Bacanak harcadım dedi de.” “Yarın bankaya uğrayıp sorarız” diyor Semiha. Ne yapmaya çalışıyor bu kadın böyle? Bilmiyorum desene yahu. Görevlinin uyarısıyla ziyaretçiler, doktorun refagatçi gereksiz demesiyle de bizimkiler toparlanıp gidiyor. Sessizlik ne güzel. Hakan haklı galiba… Şans yüzüme güldü. Şimdi kulaklarımdan kan aka aka yatmış, ölümü bekliyor olabilirdim. Bir daha külüstür arabaya binmek yok. Ailem konusunda da haksızlık yapmış olabilir miyim? Yok yok; ne yapmışsam onlar yokluk çekmesin diye yaptım. Bizim ayardakiler kiralarda sürünürken evimi de aldım arabamı da… Hayır hayır Para ve mal hırsı biraz fazla kaçtı galiba. Bundan sonra önce insan demem lazım. Evet bu gidişat bir son bulmalı.
Bir sonraki gün çocuklar geldiler. Okulları açılmış gidiyorlarmış. Burhan Samsun’a gidecek, Burcu Ankara’ya. Dersanelere çok döküldüm ama mahcup etmedi çocuklar. İkisi de gelmiş, yatağımın yanında esas duruşta gibi duruyorlar. Aralarında tartışıyorlar; defteri sen yaz, yok sen yaz diye. Hoş geldiniz canlarım diyorum. Burcu deftere uzanıyor. “Seni bu halde bırakıp gitmek zor olacak babacığım” yazarken gözlerinin dolduğunu görüyorum. Yazıyı okuyup ikisine de sarılıyorum. İkisinin de kafasını birer göğsüme bastırıp bir süre öylece duruyorum. Sonra cebimden binlira çıkarıp beşer yüz lira paylaştırıyorum. Burhan, “kaza babama yaramış” diyor. Burcu’nun para falan umurunda değil gibi. Deftere, “Hoşça kal babacığım; tatilde görüşürüz” yazıyorlar ve el sallayarak gidiyorlar. Bu gün Semiha gelmedi. Çocukların yolculuk telaşından olsa gerek… Bende gerçekten gelişme var. Eskiden bu çocuklar ikişer yüz lirayı uzun uzun tartışıp zorla ikna ederek ancak alabilirlerdi.
Bir sonraki gün Semiha baldızla birlikte geliyor. Deftere yazarak hal hatır soruyorlar. Benimle geçen altı yedi dakikadan sonra, ben kadrajlarından çıkıyorum, iki kardeşin de kameraları tamamen birbirlerine yöneliyor. Baldız, “of kolyeye bak! Seninki mi aldı?” diyor. Semiha panik içinde, “Bu cimri mi alacak?” diyor. “Aman be” diyor baldız. “Yerin kulağı vardır, eniştemin kulağı yoktur. Ben arif’ten söz ediyorum.” Allah Allah; Kim bu arif? Baldız olmasa ben fark edemezdim kolyeyi. Gerçekten pahalı bir şeye benziyor. İyi de Arif her kimse benim karıma neden kolye alsın? “Yat kalk da dua et” diyor Semiha. “Bunun gibi bir cimri herifle evlenseydin, benim gibi varlık içinde yokluk yaşardın. Neyseki” diyor ve susuyor. Neyseki Arif çıktı değil mi? O gece kafamın içi, Yüzyıllarca barış içinde yaşayıp giderken, aniden bombardumana tutulan bir kasabaya döndü. Son otobüsü kaçırıp gece yarıları saatlerce yol yürümek zorunda kaldığım yılları hatırlıyorum. Neden? Bu kadınla birkaç saat geçirebilmek için. Sonra çocuklar hastalandığında hastanelere koşuşlarımızı, doğumları, kısacası çöpe giden yılları. Birlikte çekilen acıları, yaşanan mutlulukları. Kazada hayatım bir şerit gibi geçmedi gözümün önünden ama şimdi kimileri için neredeyse bir ömür edecek 22 yıllık evliliğim gerçekten bir şerit gibi geçiyor gözlerimin önünden. Zaman karar verme zamanı. Hastaneden çıkıp karşıdaki elektronik mağazasından bir kamera satınaldım. Hem de en iyisinden, en pahalısından. Gece görüş özelliği bile varmış. Bir de telefon tabi. O eski telefona ne oldu bilen yok. Kazada kaybolmuş olmalı. Sabah doktor deftere, “her şey iyi görünüyor; sizi taburcu edebiliriz” yazdı. Aileme haber vermeyin dedim. Sürpriz yapmak istiyorum. O gün Semiha yine gelmedi. Akşam hava kararırken apartmana bir kaçak gibi gizlice gittim. Bizim evin önüne çıktım. Ayakkabı dolabını çekip, ampülü gevşettim. Sonra da üst katın merdiven sahanlığında beklemeye başladım. Bekleyişim uzun sürmedi. Asansör homurdanarak önce aşağıya indi, sonra bizim kata geldi. Arif olsa gerek, uzun boylu, benden genç görünen, bir gavat bizim zili çalıyor. Kapı açılıyor ve Semiha ile Arif karanlığa güvenerek öpüşüyorlar. “Özledim, özledin mi?” sesleri arasında kapı kapanıyor. Ellerim titriyor. Güçlükle kapatıyorum kamerayı. Artık hiçbir şeyi inkar edemez o kahbe… Üzüntü, öfke, hınç ateş olup kuşatmış sanki. İkinci kez direğe tosluyorum. Yine gözümün önünde kutu kutu ışıklar. Güçlükle ve son kez çıkıyorum apartmandan. Karısını öldürdü haberlerini hep kınamışımdır. Meğer ne zor duyguymuş. Benim kınadığımı yaşamaya niyetim yok. Remzi’yi arıyorum. Adamın sesinden, evinde hırsız görmüş gibi bir halde olduğunu tahmin edebiliyorum. “Yav senin için şe şe şey demişlerdi” diye kekeleyip duruyor. Sağır mı diyorum. Boş ver orasını da senin proje ne durumda? Teklifin hala geçerli mi? Süper market açacaktı da benim dükkanı da katmak istiyordu. Fiyat yüksekti anlaşamamıştık. Alo orada mısın? Diyorum. “Buradayım” diyor. “Yalnız masraf çok fazlaydı para kalmadı.” Kıvrandıkça kıvranıyor fırsatçı şerefsiz. Çaresiz söylediği fiyatı kabul edip sabah dokuzda buluşmak üzere bankaya çağırıyorum. Sabah Remzi’den de aldığım parayla toplam param 425000 tl. O kadına evi bıraksam yeter. Çocukları zaten kollayan benim. Bir şey hariç, her şey eskisi gibi olacak yani. Değişen tek şey benim hayatım. Otogara gidiyorum. Bir otobüs çıkıyor. Durdurup biniyorum. Nereye gittiğinin bir önemi yok. Mavine geride bırakılmış bir hayatın bedelinin ilk taksitini ödeyip, düşüncelere dalıyor, bir bilinmeze doğru yolculuğa başlıyorum.
Mustafa Doğan
Yorum ekle