Telefonum çalıyor ama acı acı değil. Biz pilan yapaduralım, kader bildiğini okuyor her zamanki gibi. Telefondaki Zafer. Bir işi düşmüş bizi yanına çağırıyor. Tamam diyorum geliriz. Saat akşamın dördi. İşten kaytaranların kaçma zamanı yani. Kızılay’dan Sıhiye’ye doğru yürürken, sol tarafta, her birinde bir otobüs dolusu insan bekleyen duraklar çekiyor dikkatimi. Duraklar görünüşüyle sırıtarak diyor ki; “Birimizde uzunca bekleyecek ve bir otobüse bineceksin. Feleğin şaşacak, imanın gevreyecek.” Sıhiye’de öyle de oluyor gerçekten. Önce otobüslerden biri bizi görmezden geliyor. Karnını gereğinden fazla doyurmuş obur bir fil gibi güçlükle hareket ediyor. Kornasını öttürerek nefes nefese, kapısını bile açmadan çekip gidiyor önümüzden. Arkasından küskün ve çaresiz bakakalıyoruz. Sonrasında yine karnı tıkabasa dolu bir fil daha geliyor durağa. Ama bu daha da maymun iştahlı. Sigara niyetine bizi içer mi diyerek yaklaşıyoruz ön kapıya. Güçlükle adımımızı atıyoruz içeri. Şoförün yüzünü görebilen cennetlik. Hareket ettiğimizde değil tutunacak, dokunacak yer bile yok. Oturacak bir yer bulmuş ayrıcalıklı kesim, kalabalık meydanda tahtına kurulmuş bir hükümdar gibi hissediyor olmalı. Çocuklu kadınlar bile ayakta kaldığına göre kimsenin tahtından olmaya niyeti yok. Biz biçarelerse, hiç değilse yaslanacak bir duvar dibi umuduyla santim santim ilerliyoruz koridorda. Cam kenarlarının ikinci sınıf yolcuları yerlerine çivilenmiş gibiler. İnecekleri yere gelmeden kimse onları yerlerinden sökemez. Araç bir durağa yanaştığında, ikinci sınıflardan biri tahliye sevinciyle yerini terk ediyor. Üçüncü sınıflardan oraya yakın olan benim. Hemen harekete geçip terfimi kapıyorum ama keyfim uzun sürmüyor. İkinci sınıfa terfi edememiş bir genç kız, otobüs her fren yaptığında, düzgün yığılmamış bir yorgan seti gibi göçüp geliyor üzerime. Boyu çok da uzun olmadığından tavandaki demire erişemiyor olmalı. Omzuna dokunup, yer değiştirelim mi? Diyorum. Teşekkür ederek yerime terfi ediyor. Bense, yeniden üçüncü sınıfların arasına geçiyorum. Genç kız, başına geleni haber vermek zorundaymış gibi acilen telefonuna sarılıp, otobüsten sanal dünyaya bir pencere açıyor. Biz üçüncü sınıflarsa, tavandaki demire iki elimizle sarılmış, toplamda yirmi santimetrekarelik alanlarımızda maymunları andırıyoruz. Kollar yukarıda, kafa sağa sola dönüyor, bizler elimizde olmadan salanıp duruyoruz. Otobüs her durakta duruyor, orta kapı açılıyor ama inen yok. Evinin salonundaymış da torunlarını fırçalıyormuş gibi yüksek perdeden çemkiriyor bir ihtiyar adam. “İnmeyecekseniz basmayın şu düğmeye yav. Sen, dikkat et senin golun değiyor herhal.” Cevap veriyor bir başkası. “Burdan değel gardaş; şordan basıyollar.” Bir kadın yanındakine dörtyüz liralık fondoten kullandığından söz ediyor. Madem dörtyüz liralık ürün kullanıyorsun, bu arabada ne işin var diyorum içimden. Hadi Avrupa olsa neyse ama ülkemizde bu işler böyle yürümüyor. Kompleksli kadın hızını alamamış devam ediyor. “Araba da tam zamanında bozuldu.” Ah be kardeşim diye devam ediyor içimdeki ses. Üçyüzyetmiş liralık fondoten alsaydında otuz liraya bir taksiye binseydin ya. Hem bunca insana yediremeyeceğin havayı yanındakine ameliyatla enjekte ederdin. Aklıma İstanbul’da ablamla yaptığımız bir yolculuk geliyor. Bağdat caddesine gidiyoruz. Aracın içinde bakımlı, burnundan kıl aldırmayacak şekilde kibirli tipler var. “Bakma bunların böyle cumhurbaşkanı gibi davrandıklarına” diyor. “Hepsi de buranın hizmetçileri, çocuk dadıları aslında. Buranın sakinleri kendi arabalarıyla gezerler çünkü.” Otobüsümüz artık sadece duraklarda durmuyor. Gül gibi bir trafiğimiz var artık. Cepleri çikolata, bozuk para dolu bir yetişkinin etrafını saran çocuklar gibi sarıyor otobüsün etrafını otomobiller, kamyonetler, minibüsler. Bizim otobüs bastonlu ihtiyar edasıyla ancak ilerleyebiliyor. Hoperlörden sürekli arkaya ilerleyin diye çemkiren şoförümüz, bundan sıkılmış olacak ki, “Arkadan binenler; gartları gönderin” diye bağırıyor. “Ben gönderdim ama kartım geri gelmedi” diye sesleniyor bir adam. Kartının insan ormanının üzerinden kanat çırpan bir kuş gibi kendine doğru yaklaştığını görünce susuyor. Kafamın içinde otobüsün durumunu konserve kutusuna benzetiyorum. Çocukluğumda annem cam şişelere konserve yapardı. Fasulyeler neredeyse taşacakmış gibi dururdu şişede. Zafer arıyor. “Geliyor musunuz?” diye soruyor. Konserve kutusundayız. Şey pardon otobüsteyiz diyorum. Zafer gülerek tamam diyor. Zafer’e giden yolda çekilen çile kutsaldır diyorum. Nihayet bizimde çilemiz dolup tahliye vaktimiz geliyor. Otobüsün kapısından dışarıya adımımızı atıyoruz. Bak diyorum Ferda’ya. Burası dünya diye biryer. İçinde de oksijen diye bir şey var. Onu ciğerlerine çekiyorsun çok güzel oluyor. Derin bir nefes çekmemle hapşırmam aynı anda oluyor. “Fark ettim” diyor Ferda. “Oksijeni fazla çekince hapşırıyorsun.” Ciğerime çektiğim şey eksoz dumanından başkası değil aslında. Yok yok; ama memlekete köye, ama başkaca bir kamp alanına, motor sesi yerine kuşların sesinin olduğu, araba yerine dere akan, rüzgarın toz yerine çiçek, kekik ve çam kokusu getirdiği, gerçek dünyaya birkaç günde olsa firar etmek lazım. Neyse canım, şunun şurasında mübarek haziran ayına ne kaldı.

Yorum ekle