Aracın hareket saatine daha yirmi dakika vardı. Dört kişi, kendilerini felakete götürecek o minibüsün içindeydi. Geriye kalan on kişiyse, bu sıcakta arabada oturmak yerine aracın yanında adımlamayı, sigara içmeyi ya da etrafı seyretmeyi tercih etmişlerdi. Filiz öğretmen, Aracın dışında kalan on kişilik gruba dahildi. Buralara geleli birkaç ay olmuştu. Yirmili yaşların başında, idealist bir öğretmen olarak, görev yerini beğenmeyip yeniden atama beklemek ona yakışmazdı. Hiç düşünmeden görevi kabul etmişti. İnsanların kolay kolay gelmek istemediği, gelenlerin de gitmek için gün saydığı, kusurlu memurların cezalandırılmak için sürgüne gönderildiği, ülkenin uzak bir köşesiydi burası. Hem kendisi, hem aileler anlaşmış, Erkan’la nişan kararı alınmış, Filiz öğretmen İstanbul’a giden uçağa binmek üzere yaşadığı bu ilçeden şehire tek ulaşım vasıtası olan bu minibüsün yanına gelmişti. Evini, ailesini, şehrini ne kadar da özlemişti. Az ötede bir simit parçası için kavga ediyordu iki güvercin. Sigarasını yakmış, onları şehre götürecek aracı izliyordu bir adam. Camekanlı el arabasında lahmacunlarını satmaya çalışıyordu biri. Omzunda boya sandığı, çöplerin içinde mısır arayan bir horoz edasıyla, ayakkabıları kolluyordu bir çocuk. Filiz öğretmen boyacı çocuğa yanına gelmesini işaret etti. Aslında ayakkabılarının boyaya ihtiyacı yyoktu ama Filiz öğretmen işte. Dünya savaşını tek başına durdurmaya kalkışmış bir general gibiydi. Bozuk gördüğü her şeyi düzeltmeye çalışıyor, muhtaç gördüğü her insana yardıma koşuyordu. Ancak, bulunduğu bölgede attığı taşlarla bu bataklık doldurulamazdı. Öğrencilerinin çoğu okula yırtık ayakkabılarla geliyor, okul çantası yerine poşet kullanıyorlardı. Yağmurlu bir günde bir tek öğrencisi bile şemsiye kullanmamıştı da, Filiz öğretmen hepsine de şemsiye hediye etmişti. “İsmiy nedir abla?” dedi çocuk. “Filiz. Peki senin adın ne?” “Remzi.” “Kaç kardeşsiniz Remzi?” “Dört kardeşiz abla.” “Kaç kız kaç erkek?” “On kız, dört erkek.” Şaşırmadı Filiz öğretmen. Buralarda kız kardeşlerin sayılmadığını çok önceden öğrenmişti. Ayakkabılar boyanmış, Remzi parasını fazlasıyla alıp sevinerek oradan ayrılmıştı. Ayakkabı boyatması karınca yuvasına şeker kokusu salmaya benziyordu. Birkaç dakika içinde etrafını mendil satan ve dilenen çocuklar sardı. Tam elini çantasına atmıştı ki oradan birinin, “Hadi hadi yallah. Yolcuları rahatsız etmeyin” diyerek çocukları uzaklaştırdığını gördü. Adam Filiz öğretmene, “Bunlar bitmez hanımkızım” dedi. “Akşama kadar dağıtsan sonu gelmez. Alan gidip başkalarına haber veriyor.” Filiz öğretmen de biliyordu bunun böyle olduğunu ama, general, savaşı durdurabileceğine inandırmıştı kendini bi defa. Öğrencilerine yaptığı yardımlardan sonra, gördüğü o sevinci hatırladı. Bir ayakkabıyla öyle bir yüz ifadesi izlemek, hiç de pahalı değildi. Keşke daha fazlasını yapabilsem diyordu. Sadece öğrencileri de değil. Bölge halkının kurtulmaya çalıştığı sokak hayvanlarını da beslerdi. Hem de öyle önünden artanlarla değil. Kedi köpek maması bulundurur, güvercinler ve kuşlar için yem serperdi. Öğrencileri de sokak hayvanlarına böyle davranmasından hoşlanırlar, besleme zamanlarında ona eşlik ederlerdi.
Davudi bir sesin “hadi aşağıda yolcu kalmasın. Hareket edecagız” diye yüksek perdeden gürlemesiyle, düşüncelerinden sıyrılıp dikkatini yeniden topladı. Arabaya ağır ağır ilerledi. Araç, bir köşeden kendini izleyen bir çift çirkin gözden habersiz hareket etti. Zaten küçücük olan ilçenin evleri çabucak görünmez oldu. Çok geçmeden, o görünmez olan evlerin camlarını kıran, dumanı az önce aracın kalktığı terminalden rahatlıkla görülebilen bir patlama oldu.
İlçe halkı, Ani bir emirle seferberliğe gider gibi o bölgeye doğru harekete geçmişti bile.
Ertesi gün öğrencileri Filiz öğretmenlerini beklerken, namıdiğer doğrucu Nuri’yi gördüler sınıfın kapısında. “Çocuklar!” Diyordu müdür bey. “Dün bir patlama oldu biliyorsunuz. Filiz öğretmen de maalesef o aracın içindeydi. Uzunca bir süre dersinize gelemeyecek.” Hemen araya girdi sulugöz kızın biri. “Ne zaman gelecek hocam?” Bu soruyu bekliyordu müdür bey. “Belki de bu yıl hiç” diyebildi. Daha fazla soruyla karşılaşmamak için, suçlu bir öğrencinin, kovulduğu müdür odasından ayrılmasına benzer bir hızla terk etti sınıfı. Her on cümlesinden biri, “Ucu nereye varırsa varsın, yalan söylemeyin çocuklar” olurdu. Kendisi de kolay kolay yalan söylemezdi. Bu yüzden adı doğrucu Nuri’ye çıkmıştı. Sadece öğrenciler değil, öğretmenler ve bölge halkı da kullanırdı bu lakabı. Filiz öğretmenin önümüzdeki yıl geleceğini ima etmek yalandan sayılır mıydı? İki bacağı kopmuş birinin bedeneğitimi öğretmenliği yapıp yapamayacağı konusunda da fikir sahibi değildi.
“Yasak efendim diyordu yoğunbakım hemşiresi.” “Henüz kimsesi gelmedi mi?” Dedi doğrucu Nuri. “Yoldalarmış.” “Bakın hemşire hanım. Filiz hanım mesayi arkadaşımdı. Bir bakıma onun büyüğüyüm de. Müdürüyüm. O bombanın patlatıldığı yoldan geçip geldim ben de. İlçemiz buraya 60KM. Bu yasak biraz esnetilemez mi?” Hemşire Yaşı elliyi bulmuş bu samimi yüzlü adama inandı. “Bekleyin” dedi ve ayrıldı. Birazdan gelip müdür beyi birkaç dakikalığına içeri aldı. İnsanların susup, makinelerin soluk aldığı yere girdiler. Hemşire bir odayı işaret edip adımlarını yavaşlattı. Filiz öğretmenin 1.75M boydan geriye kalan bedeni bekliyordu onu; örtüler, sargı bezleri ve makineler arasında; hiçbirşeyden habersiz. “Beni duyabiliyormusun kızım?” dedi müdür bey. Filiz öğretmen kafasıyla bir işaret yaptı. Müdür bey hemşireye sevinçle işaret etti. “Bilinci açık, kendinde.” Dedi. Hemşirenin son baktığında hasta komadaydı. Doktorun haberdar edilmesi gerekirdi. Arkasını döndü ve hızla koşarak uzaklaştı. Kaçırmak üzere olduğu trenin kalkış düdüğünü duymuş gibiydi. Filiz öğretmen bir şeyler mırıldanıyordu. Müdür bey kulağını ağzına yaklaştırdı. Filiz öğretmen yerinde doğrulmaya çalışıyor, “Bacaklarım çok kaşınıyor” diye fısıldıyordu. Organı kesilen insanların beyinlerinin oynadığı oyunlardan habersiz müdür bey, Filiz öğretmenin bu halinde bile neşesini korumaya uğraştığını düşünüp gülümsemeye çalıştı.
Aradan 4 ay geçti. Filiz öğretmen hayati tehlikeyi atlatmıştı. Okula yeni bir bedeneğitimi öğretmeni atandı. Ali öğretmen de batıdan gelmiş bir idealistti. Koridorda yürümesiyle olan oldu. Aylardır boş geçen bedeneğitimi dersindeki sınıf, esir kampından kurtulmuş esir coşkusuyla koridora fırladı. Binanın bodrumundaki yuvalarında fareler uykusundan uyandı. Onlarca ses Etrafta yankılanıyordu. “Filiz hoca, Filiz hoca, Filiz hoca.” Diğer sınıflarda öğrenciler öğretmenlerini duyamaz oldu. Öğretmenler şaşkın, kapıya çıkıp “SESSİZ OLUN” diye bağırıyorlar, müdür bey çocukları sınıflarına kovuyordu. Uğultu artık binadan taşmış, çevreden de duyulur olmuştu. Tabi ki ortalık zamanla yatıştı. Başta kimse ne olduğunu anlamadı. Doğrucu Nuri sınıfa gidip sorunca işin aslı anlaşıldı. Yemin ediyordu öğrenciler. “Hem vallah hem billah Filiz hoca geldi hocam.” Hepsi aynı şeyi tekrarlıyordu. Bu çocukların hepsi birden Halüsinasyon görmüş olamazdı ya. Daha birkaç gün önce hastaneyle görüşmüş, Filiz öğretmenin yakında servise alınabileceğini öğrenmişti. Şu durumda hastaneden çıkması bile mümkün değilken, buraya nasıl gelmiş olabilirdi ki? O ses yine duyuldu. Futbol hakemlerinin düdük sesine benzer küçük küçük düzenli ses. Filiz öğretmenin de, Ali öğretmenin de, hatta bir çok bedeneğitimi öğretmeninin de giydiği o spor ayakkabıların betonda çıkardığı ses… Sınıfta yine bir hareketlenme oldu. “İşte hocam! Duymuyormusunuz? Filiz hocanın ayak sesi bu.” Doğrucu Nuri koridora bakıp sınıfa sus işareti yaptı ve üzgün, yavaşça uzaklaştı.
Çocuklar kapıda Filiz öğretmen yerine uzun boylu, atletik yapılı Ali öğretmeni gördüler. “Merhaba çocuklar! Artık bedeneğitimi derslerini beraber yapacağıs.” “Filiz hoca gelmeyecek mi hocam?” Dedi biri oradan. “Gelir inşallah” dedi Ali öğretmen. “Biz onu çok seviyoruz” dedi bir başkası. “Umarımbeni de seversiniz” dedi Ali Öğretmen. “Filiz hocanın yeri dolmaz” dedi oradan bir başkası düşüncesizce. Ali öğretmen ayağa kalktı, sesin sahibinin yanına yürüdü, elini omzuna koydu. “Benim de amacım Filiz hocanın yerini doldurmak değil zaten aslanım” dedi. “Filiz öğretmenle yakaladığınıza benzer o düzeyi, benimle de yakalarsınız umarım.” Elini öğrencinin omzundan çekip sıraların arasında yürümeye başladı. “Bakın çocuklar” dedi. “Hayat filmlerdeki gibi değil maalesef. Her zaman mutlu son olamıyor. Ben filiz hocanın yerini dolduramam belki ama sizler; sorumluluklarınızı yerine getirip iyi çalışarak, Filiz, Ali, Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Ayşe, Fatma gibi çok isimlerin yerlerini dolduracak, Mahalleyi, ilçeyi, kenti, ülkeyi, dünyayı teslim alacaksınız bir sonraki nesillere daha iyi teslim etmek üzere. Önce tanışalım. Ben Ali. İzmir’liyim...” Öğrenciler de kendilerini tanıtmaya başladılar. Sonra da eşofmanlar giyildi ve bahçeye çıkıldı. 1, 2, 3, 4, 1, 2, 3, 4, 1, 2, 3, 4; Filiz öğretmenin yokluğunda duran bedeneğitimi dersinin çarkı yeniden dönmeye, o terk edilmiş bina da yeniden sesler duyulmaya, hayat belirtileri görülmeye başladı.
Filiz öğretmeni servise aldılar. Erkan’ın nişandan vazgeçtiğini de, yerine başka bir bedeneğitimi öğretmeni geldiğini de söylemediler. Koridorda iki kadın sohbet ediyorlardı. “Bizim kamyon bozulmuş” diyordu biri. “Ayakkabım yırtık alamıyorum.” “Allah büyük” diyordu öbürü. Hey dünya hey diye düşündü Filiz öğretmen. Ayağı olmayan alışır da, ayakkabısı olmayan üzülür. Geçmişi düşündü. İdealizmin pahalılığını. Çocuklarla iletişimini ve o iletişimden parlayan kıvılcımları. Şimdi ne yapıyorlardı acaba? Hastaneden çıktığında yeniden aralarına dönebilecek miydi? Bu halde bedeneğitimi öğretmenliği yapabilir miydi? Yerine öğretmen gelmiş miydi, yoksa dersler hala boş mu geçiyordu? Kafasında yanan bir ışıkla sorulardan sıyrıldı. Tabi ya; Yalnızca kadınlara hizmet veren bir spor salonu açıp başına geçecekti. Kadınların orada hem spor yapmalarını, hem sosyalleşip hayata bakışlarını değiştirmelerini sağlayacaktı. General yaralıydı ama henüz ölümü aklından geçirmiyordu. Yatağı cam kenarındaydı. Camdan baktığında, önünde alçalıp giden yamaçta, tiyatro koltukları gibi alçala alçala uzanan evlerin damlarını gördü. Evlerin arasındaki yollarda yürüyen çocukları… Kimi okula gidiyordu, kimi çalışmaya. Kiminin de omzunda boyacı sandığı vardı. Birde her gün aynı saatte hiç şaşmadan ufukta beliren o dev kuşu… Kayıp yolcusu Filiz öğretmenden habersiz, homurtusunu esirgemeden vadiye yayıyor,içinde neler olup bittiğini umursamadan hastane binasının üstüne yükseliyordu. Kendisini İstanbul’a götürememiş, içinde kim bilir kimlerin hangi umutlara yol aldığı o metal kutuyu takip etti gözleriyle. “Evet” dedi kendi kendine. “Evet bir dönem bitti ve yeni bir dönem başlıyor. Sen bir öğretmensin. En iyi sen bilirsin bir yandan öğretirken, bir yandan öğrenmen gerektiğini. Şu an söz, hayat denen öğretmenin. Şimdi zaman, yeni şeyler öğrenmek ve yeniden başlamak zamanıdır.”
Yorum ekle