Tokat

Her zaman hoşuma gitmiştir Mehmet ağabeyi kızdırmak. Kornaya asılıp giriyorum park yerine. Mehmet ağabey küfürler ederek yürüyor şoför pencereme. Bir yandan da sustur şunu anlamında işaretler yapıyor. “Kes şunu be… Kafamızı becerdin ulan.” Gülümseyerek istop edip kapıyı açıyorum. “Dost düşman görsün geldiğimizi be abi. Dünyada man, ahrette iman demişler.” Ahmet ağabey sesleniyor. “Çay hazır.” Mehmet ağabey ile el sıkışıp Ahmet ağabeyin yanınba yürüyoruz. Ahmet ağabey gülümsüyor. “İyi ettin bu ite; Biz sıkıntıdan patlayalım burada, beyimiz yayılsın kasaya uyusun. Tam zamanında asıldın o kornaya. Nasıl fırladı görmen lazımdı” diyor ve kahkahalarla gülüyor. Affetmem diyorum. Zaman ayarım iyidir. Küçük tüpün üzerindeki çaydanlık bir buharlı gemi gibi savuruyor dumanını. “Kaynanan sevi” derken kendine geliyor Mehmet ağabey; “Sen bekardın doğru ya, kaynanan sevecek” diyor. Mehmet ve Ahmet ağabeyler ikiz kardeşler. Mehmet ağabey 6 sene önce evlendi. O karşı dairemde oturur, Ahmet ağabey üst katımda. Resmen beni kuşattınız birinizle değişelim evleri desem de oralı değiller. Çok yardımını görmüşümdür bu iki kardeşin. Evimi onlardan taksitle aldım. Kamyon için hala onlara ödeme yapıyorum. Beni üçüncü kardeşleri bildiler. Aslına bakarsanız benim de onlardan başka kimsem yok gibi bir şey. Mehmet ağabey daha neşeli cana yakın bir adamdır. Ahmet ağabey biraz daha soğuk, mesafelidir ama mesafeli hali bile çoğu candan insana taş çıkarır. Sadece Mehmet ağabeye göre biraz soğuktur hepsi o kadar. Kulağımın dibinde patlayan maden suyu şişesiyle sıçrayınca, iki kardeşin ikisi birden kahkahalara boğuluyor. Mehmet ağabey kol hareketi yapıyor, Ahmet ağabey “etti bir bir anadın mı“ diyor. Çaylarımızı içip ayrılıyoruz “Mehmet abi” diye bağırıyorum. Tam kamyonuna binecekken arkasını dönüp bakıyor. Ne söyleyeceğimi merak ediyor. Yok bir şey deyip gülerek kamyonuma biniyorum. Onlar deterjan fabrikasına, ben elektronik fabrikasına doğru yola çıkıyoruz. Onlar Samsun’a, Ben Yozgat’a gideceğiz. Onlar çift şoför ben tek… Evin ve arabanın taksitlerinden değil yanıma şoför almak, sikortayı bile yaptıramadım. Allah’tan Mesut beni tanır da sıkıntı çıkarmadan verdi yükü. Kaç defa “aman ağabey beni yakarsın” dediğini saymadım tabi.
Yükleme işi akşama kadar sürdü. Televizyonlar, bilgisayarlar, fotokopi cihazları. Kazasız belasız gitmem lazım. Bunların başına bir şey gelirse, satıp kurtulmak için ev gibi iki ev, bunun gibi de iki kamyon daha lazım. Mehmet ağabeylerle anlaştık; Samandra’ya kim önce varırsa diğerini bekleyecek. En azından Samsun yol ayrımına kadar beraber gideriz. Yola koyuldum. Fatihsultanmehmet köprüsünü geçerken yine o hise kapıldım. Memleketin kralı be. Samandra’ya vardığımda Mehmet ağabeyleri beni bekler buldum. Bir dürümcüde karnımızı doyurup, bir yerde çayımızı içip çıkalım dedik. Hava alaca karanlıktı. Yolcu yolunda gerek.
Şoförler bilir. Karanlık, son aydınlatma direğini de yutmadan gece yolculuğu başlamış sayılmaz. Otobanda Mehmet ağabeylerle takip mesafesini korurken, hadi anlamında bir işaret yapıp hızı artırdılar. Bu, yol müsait yarışıyoruz demekti. Ben de hızımı artırdım ve iyice yaklaştım. Yol kalabalıklaşınca da yarışı bıraktık. Teyibe son yaptırdığım karışık kaseti taktım. Yükün kasamı doldurduğu gibi Müslüm baba da kafamı dolduruyordu.
“Gökyüzü hüzünlü matem var sanki,
Kim bilir kaç seven sabah bekliyor.”
Mehmet ağabeyleri geçip gittiğimi güç bela fark ettim. Anlaşmamıza göre gerede’de mola verip birbirimizi bekleyecektik. Sigaramı yakıp, şeridimi ayarlayıp levhaları takip etmeye başladım. Her yola çıkışta aynı hissi yaşarım. Hayat bir annedir, biz de çocuk. Annenin “o tabak bitecek” diye bağırması gibi bağırır hayat. Çocuğun tabağındaki yemeğin eksilmesini izlemesi gibi izlerim beşer onar azalan kilometreleri. Çocuğun sanki o son yemekmiş gibi rahatlamasıyla rahatlarım yolculuklarım bitince.
Yolu bölmüşler. Ben sıyırdım ama arkada yığılma var. Karşımdan hızla mavi bir otomobil geliyor. Bu salak ne yapıyor böyle? Sağa kaçıp yol veriyorum. Otomobilin fren sesi benim teyibin sesini bastırıyor. Benim durmamam lazım. Ben durmaya çalışıysam, girer altıma bu geri zekalı. Emniyet şeridinden güçlükle sıyırıp geçiyorum. Otomobilin direksiyonundaki çocuğun yüzünde ölüm korkusunu görüyorum. Camı açıp arkama bağırıyorum. Geberecen lan pezevenk. Kendikendime söyleniyorum o kadar adam enayimi bu yola çıkmıyor. Bir sen mi uyanıksın onun bunun çocuğu. Yine şeridime girip devam ediyorum. Gerede’ye geldik bile. Anlaştığımız kamyoncu konağına girip, arabayı gözümün önünde olacak bir yere çekiyorum. Mehmet ağabeyler trafiğe takıldı. Bir süre gelemez onlar. Masaya geçip bir çay söylüyorum. Yan masada bir muhabbet var. İster istemez kulak misafiri oluyorum. “Bu manyak lan” diyor biri. “Ne manyaklığımızı gördün lan” diyor öbürü. “Bak anlatayım” diyor. Masada dört kişi var. Diğer ikisi susmuş onları dinliyor. Tabi ben de. “Bu sığır geçenlerde bir otobüsçüye kızmış.” “Öyle değil” diyor öbürü dur ben anlatayım. “Bursa’ya gidiyorum anadınmı. Kasa yok götümde. Zaten bursa’ya da yeni kasa taktırmaya gidiyorum.” “Sadete gel lan” diye araya giriyor öbürü. “Patlama oğlum” diyor. “Neyse dedim ya araba boş. Arkadan bir otobüs geldi bir havalar, bir havalar. Şoförü ayrı artist mavini ayrı artist. El hareketleri falan. Ulan senin de altındaki Mercedes, benim de altımdaki Mercedes. Üstelik senin arkanda kırk can var. Benden günah gitti dedim bir kökledim gazı. İş bitip yollar ayrıldığında balatalarda cıgara yak.”
Mehmet ağabeyleri kapıda görünce diğer masaya ilgimi kaybediyorum. Şimdi roller değişiyor. Artık bizim masamız da bol kahkahalı, neşeli, şamatalı bir hale geliyor. Karnımızı doyurup, çayımızı içip, Elmadağ’da buluşmak üzere sözleşip, yola çıkıyoruz.
Azapderesi’nde Mehmet ağabeyler öne geçtiler. Gerede’den kızılcahamam’a gelinceye kadar üç tane tilki, bir tane de tavşan çıktı yoluma. Hayırdır diyorum. Bu her zaman böyle olmaz normalde. Ankara’yı transit geçiyoruz ama biraz uyku bastırıyor. Şu Elmadağ’a bir gelseydik. Yine teyibe kaseti takıyorum. Ferdi Tayfur konuk oluyor arabama.
“Söyleyecek sözüm yok,
Her şeyi Tanrı bilir.”
İşte geldik Elmadağ’a. Yine masamızı kuruyoruz. Altıma girecekken son anda yırtan mavi arabayı anlatıyorum. “Biz onu tepeden gördük lan” diyor Ahmet ağabey. Bizi gören de evimizin balkonunda falan zannedecek. Mehmet ağabey yine çakmağıyla kulağımın dibinde maden suyunu patlatarak açıyor. “İki iki” diyor sıçradığımı görünce Ahmet ağabey. Sen dur diyorum sen dur. Nasıl olsa ben onu yakalarım. Uykunun en güzel yerinde en az bir metre havaya zıplatmazsam bana da Tuncay demesinler, başka bir şey desinler. “Siktir lan” diyerek gülüyor Mehmet ağabey. Mola süresinin yeterli olduğuna kanaat getirip tekrar yola çıkıyoruz. Ankara’da uyku bastırması aklıma geliyor. Siz gidin ben bir lavaboya uğrayım diyorum. Bundan sonra yol ayrımı olduğundan mola için sözleşmiyoruz. Hadi hayırlı yolculuklar, İstanbul’da görüşürüz diyerek ayrılıyoruz. Yüzüme soğuk sular çarptıktan sonra yola koyuldum. On kilometre kadar gidip rampa aşağı dikilince yolda bir tuhaflık olduğunu fark ettim. Bir aracın tepe lambaları yanıyordu. Biz şoför milleti yolda kaza görmeye alışkınızdır. Kaza gördüğümüzde de ilk ölü var mı diye bakarız. Bu tepe lambaları her şeyin işareti olabilir. En başta kazanın. Hızımı yavaşlatıyorum. Kamyon Mehmet ağabeylerinkine ne kadar da benziyor. Polis girme diye işaret yapıyor. Arabayı sağa emniyet şeridine çekip, arkadan çarpmasınlar diye de bir iki duba koyup yürümeye başlıyorum. Allah’ım bu Mehmet ağabeylerin arabası. Ne oldu acaba? Birden ayaklarım kaymaya başlıyor. Buz üstünde yürür gibi yürüyorum. Polislerden biri bana doğru geliyor. Beyefendi dikkatli olun yerler kaygan diyor. Biz bu adamların gözünde ne zaman beyefendi olduk? Her zaman kaptan aşağı, kaptan yukarı… Polise yaklaşıp ne oldu? Diye soruyorum. “Öndeki kamyon yağ yüklüymüş” diyor. Bu arada Mehmet ağabeylerin kamyonunun yanına geldik ve benim dikkatim polisin söylediklerinde. Yağ bidonlarından bir kaçı yola düşüp patlamış. Şu kamyon,” Mehmet ağabeylerin kamyonunu gösteriyor. “Hemen arkasındaymış. Kayarak üst geçitin ayağına bindirmiş.” Kafamdan aşağı kaynar su dökülmüş gibi oluyorum. Kamyonun önüne koşuyorum. Ayaklarımın kayması falan umurumda değil. Kamyonun önüğ, kola kutusu gibi ezilmiş. Tecrube içimden bağırıyor. “Böyle bir arabadan sağ çıkılmaz.” Bu arabada iki kişi vardı nerede diye soruyorum. Polis, “Tanıyor musun?” diyerek duvarın dibindeki gazete kağıtlarını gösteriyor. Gazete kağıtlarını kaldırıp Mehmet ve Ahmet ağabeylerimin kırmızıya boyanmış cesetleriyle karşılaşıyorum. Mehmet ağabey nanik yapar gibi bakıyor. Ahmet ağabey “üç iki” der gibi sanki. Gözlerimden yaşlar boşalıyor. Anladık her yere beraber giderdiniz ama bari ölüme beraber gitmeseydiniz be abi diyorum. Beraber gideceğiz bu dünyadan diye beraber gelirken mi sözleştiniz?
Bir el omzuma dokunuyor. “Karakola gidelim, hem ifade verin, hem de kimlik tesbiti için yardımcı olun” diyor. Polis arabasına bir tekerli bavul gibi götürülüp bindiriliyorum. . Karakola gidiyoruz. Polisin rutin sorularına otomatik cevaplar veriyorum. Polis telefonu uzatıp “evlerini arar mısınız?” diyor. Ahmet abinin evinde telefon yoktur. Mehmet abinin ev numarasını ezbere bilirim. Numaraları tuşlayıp bekliyorum. Üçüncü çalmada açılıyor. Telefonu kızları Buse açıyor. Buse’nin beni tanımaması için dualar ediyor ve sesimi biraz daha kalınlaştırıyorum. Küçük diyorum ismini bilmezmiş gibi. Orada büyüklerinden biri var mı? “Baba attah gitti” diyor. Anne evde mi? Diyorum. “Anne evde değil bikerem balkonda” diyor. Anneyi telefona çağırır mısın diyor ve telefonu masaya bırakıp hıçkırıklarla koltuğa yığılıyorum. Polisin kaza ve hastane dediğini duyuyorum. Sonra yine bir çuval gibi polis arabasına binip kaza yerine gidiyorum. Polislere aileye benden söz etmemelerini rica edip kamyonuma ilerliyorum. Yolu yıkayıp temizlemişler, Mehmet ağabeleri ambülansa alıyorlar. Kamyon için de bir çekici gelmiş. Polis, “İyi misin kaptan? Arabayı kullanabilecek misin?” diyor. Akşam akşam başka bir kazayla daha uğraşmak istemiyor olmalı. İyiyimdiye yalan söylüyorum. Devam etmek zorundayım. Sırtımdaki bu servetle güzelgah dışına çıkamam. Allah belasını versin böyle işin. Kontağı açmamla teyip çalışıyor hemen kapatıyorum. Artık Mehmet abi yok; Ahmet abi yok. Ne yaparım ben şimdi tek başıma? Yine uyku bindiriyor. Kafamı camdan dışarı çıkarıyorum. Sanki yüzüme vuran soğuk rüzgar değil sabunlu soğuk su. Gözlerim cayır cayır yanıyor. Bir süre daha gidiyorum. O da nesi? Bu koca trenin kara yolunda işi ne? Şoför mahallinde Ahmet ve Mehmet ağabeyler yanyana oturuyorlar. Nasıl yani ya? Diyorum. Siz neden buradasınız? Ben hatırlayamadım da sizin araba falan bozuldu yardım çağırmaya, usta bulmaya falan mı gidiyoruz? Treni siz de gördünüz mü? Diyorum şaşkınlıktan ağzım açık şekilde. Karayolunda giden tren yapmışlar; az önce karşı şeritten geçti. Hem bunların suratı ne böyle? Mehmet ağabey öfkeli. “Ne yaptığını zannediyorsun sen lan?” Diyor. “Yanımıza gelmeye mi niyetlisin?” diyor Ahmet ağabey. Zaten yanınıza geliyorum; istanbul’da görüşürüz dedik ama siz nasıl olduysa burada, benim arabadasınız diyorum. Mehmet ağabey ani bir hareketle direksiyonun üzerine sıçrıyor. Abi ne yapıyorsun? Diyorum. Frene basmam lazım ama ayaklarım arabanın tabanına çivilenmniş gibi yerinden kalkmıyor. Ellerimi Mehmet ağabeye uzatıp onu kenara çekmem lazım ama kollarıma yüzer kilo ağırlık takılmış güçlükle oynatabiliyorum. Ulan biz yoldayız. Bağırıyorum, avaz avaz bağırıyorum ama anlamsız kelimelerle. Mehmet ağabey sol yanağıma okkalı bir tokat patlatıyor. Sıçrayıp kendime geldiğimde başımın sol cama düştüğünü fark ediyorum. Araba emniyet şeridine kaymış, sağa sağa çekiyor. Hemen direksiyonu toparlıyorum. Sağ tarafıma baktığımda Allah korumuş diyorum; Allah korumuş. Küçük balıklar için açılmış bekleyen balina ağzı gibi derinliği yüzlerce metreyi bulan bir uçurum var sağda. Torpidoya bir yumruk atıyorum. Ulan ölünüzün bile faydası var be ağabey, diyorum. Ölünüzün bile faydası var.
Mustafa Doğan

Yorum ekle