Yol
Demirleşmişim bu demir yığınını içinde ve demirler üstünde. Beni de bu demirden aslanı da kendine çekmekten bıkmayan bir mıknatıstır Haydarpaşa tren garı. Kar yolu kapatmış ne gam. Otobüsçüler, kamyoncular düşünsün. Ben demir aslanımı kükreterek uçsuz bucaksız düzlüklerin ortasından, kel tepelerin kenarından tırmanıyorum yine elmadağa. Şunun şurasında haydarpaşaya ne kaldı. Bizim evin en dış kapısıdır Haydarpaşa. Ocakta kızaran biberin, demlenen çayın kokusu, yeni yeni emekleyen teoman’ımın kahkahaları, gece yarısı da olsa, günün ortası da olsa denizin rüzgarına karışıp karşılar beni orada. Haydarpaşanın en görkemli yerleri yolcu trenlerinindir. Demir aslanımı bir kenara yerleştirip çıktım istasyondan. Denizden gelen buz gibi rüzgarın da demirden farkı yok. Görkemli bir bina gibi görünen vapur davetkarca öttürüyor düdüğünü. Bizim tren düdükleri dağlardan kayalardan, bu vapurun düdüğü apartmanlardan yankılanıyor. Binip Sıcacık bir peteğin yanına yerleşiyorum. Dalgaların hırçınlığı ve bulutların tehditkarlığı içinde burası vaha gibi. Arka tarafta bir grup genç, Selami Şahin’in yüreğime şarkısını çalıp söylüyorlar. Çaycı yalvarır sesiyle çay satmaya çalışıyor. Simitçi de öyle… Vapur, karnından gelen homurtularla manevralar yapğıyor. Bir bebek ağlıyor orta sıralarda. İşportacının biri limon sıkma aleti diye bir pilastik parçasını anlatmaya çalışıyor ballandıra ballandıra. Soğuğa rağmen martılara simit atmaya çalışanlar bir bir pes edip içeriye, vapurun şefkatli sıcağına sığınıyorlar. Eve girmemle teoman’ın koşmaya bedel emeklemesi gözüme çarpıyor. Bir hareketlenme oluyor. Ev halkı tam tekmil. Suna mutfaktan, Atakan oyuna daldığı köşeden ürkmüş gibi fırlayıp geliyorlar. Birincilik Teoman’ın. Kucağıma çıkıyor ve yarım saat inmiyor. Atakan kıskanıyor. Bir omuzlarımda, bir dizlerimde. Suna sorumluluğunu yerine getirmiş bir asker gibi çekiliyor mutfağına. İyi bir uyku çekmem lazım. Saatlerdir o lokomotifin içinde canım çıktı. Beynimin içinde hala demirler tıkırdıyor. Yeterince uyumuş olmalıyım ki minareden yayılan ezan sesi beni de uyanmaya davet ediyor. Suna masanın üzerine, “çocukları parka götürüyorum” diye bir not bırakmış. Uyandırmaya kıyamadı galiba. Ben de şöyle bir çıkıp arkadaşları görsem iyi olacak. Kahvehaneye girer girmez ilk farkıma varan Nazım oluyor. “Vay” diyor. “Demiryolcu abimiz gelmiş.” Masaya buyur ediyorlar. “Hoş geldin tünellerin delikanlısı” diyor İsmail ve kahveciye sesleniyor. “Adaş çayla masayı.” Sözleşmişiz gibi lokman’da giriyor kapıdan. Onu da masaya çağırıyorlar. “Ne haber Lokman hekim” diyor biri. “Bu gün kime derman dağıttın len” diye gülüyor öbürü. “İdrar yollarımda yanma var. Madem hekimsin çare bul” diyor Haydar abi. “Onun hekimliği yalnızca kadınlara abi” diyor Davut. Lokman hepsini boşvermiş dikkati bende. “Sen ne zaman geldin Alper” diyor. Bu sabah diyorum. Gelir gelmez uyuya kalmışım zaten. Tezatların ete kemiğe bürünmüş halidir bu Lokman. Bir defasında kahvenin önünde bir köpeğe araba çarpmıştı. Lokman onu kucağına alıp veterinere götürdü. Döndüğünde üzerinde pireler zıplıyordu. Bütün kıyafetlerini çöpe atmak zorunda kaldığı gibi veteriner parasını da kendi ödedi. Sadece hayvanlara değil insanlara da yardım ettiğini çok gördüm. Bir yandan da kadına kıza düşkünlüüü vardır. Kandırp günahına girdiği kadınları kızları toplasan burası almaz. Elindeki tçay tepsisini “değmesin yağlı boya” diye bağırıp yanaştırıyor masaya kahveci İsmail. Toparlanıyorum. “Ne o daldın” diyor Lokman. “Yolculuk nasıl geçti?” Bizimkisi artık yolculuk değil iş diyorum. Her yolculuk gibi işte. Masadakiler okey oynamaya başlıyorlar. Ben yancıyım. Lokman’ın masanın üzerindeki telefonu işaret verilmiş gibi titreşip tiz sesler çıkarıyor. Ekranda bir sms bildirimi var. Akşam 11 yazıyor. Mesaj Yusuf diye birinden geliyor. Üzerinde durmuyorum. Adamın özeli ne de olsa. Havanın kararmaya başlamasıyla müsaade isteyip ayrılıyorum oradan. Suna ve çocuklar parktan dönmüş. Duşumu alıp valizimi yeniden hazırlıyorum. Saat 12 de bu kez yolcu treniyle düşeceğim yollara. Kayseri’deki görev değişiminden sonra geri gelen bir trenle dönüp birkaç gün yola çıkmayacağım. Suna çocukların çamaşırlarını katlıyor. Sarılıp vedalaşıyoruz. Neden böyle soğuk bu kadın? Gidip çocukları öpüyorum. Suna’nın telefonu şarjda. Ekranında bir sms bildirimi var. Ayşe diye biri “ne zaman” yazmış. Lokman’ın telefondaki mesaj aklıma geliyor. Saat on buçuk… Çıkmak zorundayıum. Konuşacak, tartışacak zaman yok. Kafamın içinde bir hortum peydah olup her şeyi birbirine katıyor. Kuşku, bütün gücünü seferber etmiş çıkarma yapıyor. Güven, pılını pırtını toplayıp gitme derdinde. Öfke derinden derinden homurdanıyor. Kaybetme korkusu kuyşkuya takviye yapıyor. Hüzün, hakim tepelere çoktan kurulmuş. Sevgi, köşesine çekilmiş hıçkırarak ağlıyor. Huzur, mutluluk çoktan terk etmiş sahayı. Nereye bastığımın, nasıl yürüdüğümün farkında değilim. Zihnimde birileri bağırışıyor. “Ama neden?” diye sorup duruyor biri. “Belki de yanılıyorsun” diyor öbürü. “Her şey ortada” diye çıkışıyor oradan emin bir ses. “Yok yok; yapmaz öyle şey” diye araya giriyor başkası. “Ya yaptıysa” diye soruyor yine o ses. “O kada midesiz midir?” diye kestirip atıyor biri. “Herifi kıskandın mı?” diyor gıcık bir ses. “Bir defa senden zengin ve yakışıklı” diye devam ediyor. “Önce adam olsun pezevenk.” Diye yetişiyor kurtarıcı bir ses. Vapura ne zaman nasıl bindim, hangi ara indim hatırlamıyorum. Lokomotife yürürken yolcular gelip geçiyor önümden arkamdan. Kim bilir hangisinin ne derdi vardır diyorum kendi kendime. Arkamda bir ayrılık pazarı kuruluyor. Vakit geldiğinde son duyurular yapılıyor ve hareket emri veriliyor. Yola çıkıyoruz. Acaba telefonla bir yoklasam mı diyorum ve arıyorum. Suna telefonuna cevap vermiyor. Eğer korktuğum gibiyse tam da buluşma anları neden cevap versin ki? Kuşku işkaline şimdi öfke de destek veriyor. “Neden buz gibi olduğu anlaşıldı” diyor içimde bir ses. “Siktiret, işine bak. Seni istemeyenle ne işin var?” diyor öbürü. “Bundan sonra ne olacak?” diye soruyor sorgucu. “Emin olmakta acele etme” diyor o bildik ses. Bir kez daha aramak için telefonu elime aldığımda ben aramaya fırsat bulamadan telefon çalıyor. Arayan hareket memuru Sinan abi. “Ulan orosbu çocuğu” diye başlıyor söze. “Dur ve bekle ulan çabuk dur.” Hemen kendime gelip asılıyorum frenlere. Tren yavaşlamaya başlıyor. İlk kez bu herifi küfrederken duyduğuma göre önemli bir şey var mutlaka. “Kör müsün ulan?” diyor. “Sinyalizasyonu takip etmiyor musun? Hadi o neyse; sağır mısın? Telsizden kıçımı yırtıyorum iki saattir.” Pardon abi diyorum. Dalmışım; haklısın. “Oraya gelip sana bir dalarım feleğin şaşar. Arkanda 600 tane can taşıyorsun it. Önünde tren var oda tıklım tıklım dolu” derken ses tonu gittikçe alçalıyor. Haklısın abi diyorum tekrar. “Haklılar da ölür” diyerek telefonu kapatıyor. Bu raylar da treni yere bağlamaktan ziyade benimayağıma takılmış pranga görevi görüyor. Nasıl geçer şimdi bu yol? Nasıl biter bu saatler? Suna’yı aramayı unuttum. Telefon bir kez daha çaldı. Arayan baldızım. “Enişte neredesin?” Diyor. Yoldayım baldız buyur diyorum. “Ablam bu akşam bize gelecekti. Ne zaman diye mesaj attım, ne cevap verdi, ne de geldi. Telefonu da açmıyor. Evdeysen ablamı telefona ver diyecektim” diyor. Ben yoldayım baldız diyerek kapatıyorum. Bu kez de mahçubiyet ilerliyor ordularıyla. İyiki Suna’ya bir şey söylememişim. Bu ne melanet bir şüpheymiş böyle. Baldızın adının Ayşe olduğunu bile atlamışım. Bir tarafım rahatlarken, bir tarafımdan mahçubiyet fışkırıyor. Bir türkü tutturarak asılıyorum uzun uzun düdüğe.
Şu dağlar kömürdendir,
Giden gün ömürdendir,
Feleğin bir kuşu var,
Pençesi demirdendir.
Mustafa DOĞAN

Yorum ekle