Sen neymişsin özgürlük
Severim yaz mevsimini. Kilolarca kıyafeti sırtımda taşımamayı, işe giderken servis donmuş başınızın çaresine bakın telefonunun gelmemesini seviyorumdur belki de. Her gün gibi bir gündü. Servis yine şaşmaz saatinde geldi, günaydınlar, şakalaşmalar, takılmalar… Odama geçip masama kuruldum. Yazıişleri yine torbadan kura dağıtır gibi dağıtmaya başlamıştı evrakları. Benim de payıma her gün onlarcası düşerdi ama bu gün postacı yazıişleriyle yetinmemiş, benim odama da teşrif buyurmuşlardı.
“Fatih Yanardağ siz misiniz?” diyerek girdi kapıdan. Merhabaya iyi günlere ne ol muştu? Evet benim dedim. Kapıda da yazıyor zaten. Hızla masama yaklaştı. Elindeki bulaşıcı hastalık bulunan tüpten bir an önce kurtulmaya çalışan bir labratuğar görevlisi gibiydi. Zaten oturur durumda olmam nedeniyle göz hizasının altında kaldığım yetmezmiş gibi, adam da uzun boylu iri yarı çam yarması gibi biriydi. Şartları eşitlemeye çalışmak için çaresiz ayağa kalktım. Buyrun dedim ama elimi uzatmadım. Karşımdakinin önce el sıkışmayı hak etmesi gerekmez miydi? “Şuraya bir imza lütfen” dedi. Önce evrağı alıp bir göz gezdirdim. Üzerinde adım yazıyordu. Evrak, 2. İcra müdürlüğünden geliyordu. Postacı sabırsızlanıyordu. Bu dert dağıtıcısı herifi bir an önce def etmek için dediği yeri hızlıca imzaladım. O da hiçbir şey demeden kaçar gibi gitti.
İcradan gelen evrağı okudum.
“Sayın Fatih Yanardağ. Kefili olduğunuz kredi borcunun ödenmediği tesbit edilmiştir. 7 gün içinde borcun ödenmemesi halinde” sonrasını okumadım. Hemen proje şubesinden Erol’u aradım. O kadar sinirlendim ki günde en az on kez aradığım dahili numarayı unutup listeden buldum. Telefona İsmail bey cevap verdi.
Erol bey orada mı İsmail bey? Merhabaya iyi günlere ne olmuştu?
“Evet burada vereyim” dedi ve telefondan uzaklaşan sesi duydum. “Erol bey telefon.”
Erol telefona geldi.
“Alo”
Lan oğlum krediyi ödememişsin icradan ödeme emri geliyor dedim.
“Dur lan dur; Dünyanın sonu mu? İnsan bir merhaba der.”
“Başlatma merhabana. Abi ne olur diye yalvardığın günü hatırla it. Ne olacak bu borç şimdi?”
“Onu kafaya takma. Para cebimde o kağıdı yırt gitsin. Öğleden sonra izin alıp bankaya gidiyorum.”
“İyi hadi” dedim ve rahatlamış bir şekilde telefonu kapattım. Erol’un öğleden sonra izin alıp gittiğini duyunca da ödeme emrini yırtıp çöpe attım.
İyi çocuktur aslında erol. Annesi kan kanseri olmuştu. İlaca ulaşmak kolay değildi. Bizim Erol kredi kartıyla krediyle falan bir para gücü oluşturmaya çalışıyordu. Komşudan meyve keseceğim diye ödünç alınan bıçakla kurban kesmeye benziyordu bu iş… İlaçlar sık tükeniyor, borcun sadece yarısı başka borçlanmalarla ancak ödenebiliyordu. “Kefilli borcu asla aksatmam” diyordu Erol. 24 taksitli kredinin 17 taksitinde de böyle bir sorun yaşamamıştık.
Aradan bir ay geçti. Aynı postacıyı aynı üslupla yeniden odamın kapısında gördüm. Sanki bir ay öncesinin tekrarı yaşanıyordu. Evrağı al, imzayı at, postacıyı postala… Erolu ara, Telefona başkası çıksın, Erola sayıp söv, Erol yine teskin etsin. Benim hiç mi hatam yok? Evrakları kızgın demir tutuyormuş gibi okumadan çöpe göndermek hata değildi de neydi? Her taksitte bu adamı telefonla itekleyecek miyiz böyle?
3 hafta sonra yine o postacı. Adamı gönderince kafamda bir ışık yandı. İyide taksit günü gelmedi ki daha. Bu kez Erolu aramıyorum. Evrağı çöpe atmak mı? Haşa. Uzaktaki sevgiliden gelen mektubu okur gibi tekrar tekrar okuyor ve okudukça dehşete kapılıyorum. Elimdeki bir mahkeme kararı. Kefili olduğum borcun ödenmediği, Bana yapılan tebligatlara rağmen mahkemeye katılmadığım, gıyabımda on gün hapis cezası kararı verildiği, bu kararın ertelenemeyeceği ve para cezasına çevrilemeyeceği yazıyor. Hemen bir avukat arkadaşımı arıyor ve acı bir şekilde itiraz sürelerinin kaçırıldığını, mal beyanı cezalarının kesinlikle ceza evinde çekildiğini öğreniyorum. Ne de olsa memur adamım, içimi bir korku kaplıyor. Ya bu ceza dosyama girerse? Erol’a küfürler sıralama isteği kasaya yaklaşan bir müşteri edasıyla sırasının geldiğini gösteriyor. Yine patlama öncesinde depremler oluşturan bir volkanik dağ edasıyla proje şubesini aramak mı? Kesinlikle. Bizzat koşarak çıkıyorum merdivenleri. Baskın yapar gibi giriyorum Erol'un odasına ve Erol’un bir ay izinli olduğunu öğreniyorum. Zavallı masa ard arda inen öfkeli yumruklarımın altında eziliyor. Sigaralar yük katarları gibi bir biri arkasıra paketten çıkıp yerleşiyor parmaklarımdaki raylarına. Borcun tamamı kapanmadan hapisten kurtuluş yok ve bende de o borcu kapatacak para yok. Buldum, kredi çekerim. Maaş aldığım bankayı arıyorum. Önceden tanıdığım bankacı, sanki defalarca gelip kredi ve kredi kartı satmaya çalışan kendisi değilmiş gibi, “Yasal takibe düşmüşsünüz. Kefalet borcunuz kredi çekmenize engeldir diyor”. Yağmurlu havada su sıkıp, yangında hortum toplar bunlar.
Ceza evinin ekmeği suyu beni çağırıyor. Hemen kafamda bir ışık yanıyor. İş arkadaşlarıma halam öldü diye bir yalan uydurup izin belgesi dolduruyorum. Ah halam ah; dokuz yıl önce de ölsen yine de faydan dokunuyor. İlk defa evdekilerin ailemle küsmüş olmasına seviniyorum. Gelin kaynana kavgasına memnun olacağım hiç aklıma gelmezdi. Şer zannettiklerinizde hayır vardır sözü bu olsa gerek. Evdekilere de bir yalan uydurup memlekete gitmek zorunda olan adam olarak, tebligatı alıp adliyenin yolunu tutuyorum.
Ne olmuş adliye binasıysa yani? Bizimki gibi bir devlet dairesi işte. İyi ama kalbim neden çarpıyor? Neden bunca titreme? Diğerleri gibi çöpü boylamak yerine cebimdeki en kutsal köşeye yerleşmiş tebligatı uzatıyorum. Adliye memuru kayıtsız. Cengiz Aytmatov romanındaki trenler gibi buraya da mahkumlar gelip gidiyor, gelip gidiyor olmalı. Bizim tebligatı alıp, yerine gıcır gıcır, yeni yazılmış evraklar düzenliyor. Mahkumun adı Fatih Yanardağ.
Sonra iki polis geliyor. “Kelepçe takmaya gerek yok. Adam kendi gelmiş diyor biri.” Polis arabasıyla adliyeden ayrılıyoruz. Gravatım hala takılı bu yüzden dışarıdakiler beni muhtemelen mahkum gibi göremezler. Gökdelenler adeta şehrin karnına saplanmış bir hançer gibi. Şehir sırt üstü düşüp çoktan ölmüş. Kapkara asvalt yollar, bir karanlık girdaba sürükleyen nehir sanki. İçinde bulunduğum polis arabası da o girdaba kurbanlarını götürüp boşaltan bir kayık…
Bir komserlerini çekiştiriyorlar polisler. Bir kulakları arkadaşlarında, bir kulakları telsizden gelen haberlerde. Bana kulak yok arabada. Zaten benim de bir şeyler söyleyecek takatim yok. Trafik lambalarına ve aydınlatma direklerine takılıp, gerilerde kalıyor özgürlüğüm.
Ceza evinin bahçesinde polislerle birlikte araçtan inip kasvetli binaya ilerliyoruz. Tuhaftır; adliyede kontolden çıkan kalbim burada pek uysal. Öyle titreme falan da yok. Masalarda memurların yerine askerlerin oturduğu bir odaya girdik. Bana hiçbir şey sormadan evraklar hazırladılar. Sonra bir başka koridora geçtik. Yalnızca iç çamaşırlarımla kalıncaya kadar soyunup cihazlardan geçtim. Ayakkabılarımı bile çıkardım. Polis, emaneti ceza evi jandarmasına teslim edip, bir görevi daha bitirmenin huzuruyla ayrıldı özgürlükler ülkesine. Jandarma çantamı arıyor. Bütün kıyafetlerim masanın üzerinde sergiye hazır. Masa, çantamdan çıkanlarla bit pazarı tezgahına döndü. Asker, yanımda getirdiğim bir karton sigarayı açıyor. Eyvah diyorum sigarama el koyarlarsa… paketleri de tek tek açıp içlerinden ikişer tane sigara çıkarıp kırıyor ve kırılan sigaraların içlerini kontrol ediyor. Sonra çanta toparlanıyor ve ben paket, gardiyanlara teslim ediliyorum. Az önce trafik lambalarını ve aydınlatma direklerini geçtiğimiz sıklıkta demir kapılardan geçiyor, koridordan koridora uğruyoruz. Bir odaya daha getiriliyorum. Bir masanın önüne oturmamla gardiyanın sert sesi alarm veriyor. “AYAĞA KALK!” Hey memur Fatih; kendini devlet dairesindeki memur Fatih mi sandın? Mahkumsun burada mahkum. Sorular sormaya başlayan adamın beyaz önlüğünden doktor olduğunu anlıyorum. “Vicudunda falçata izi var mı?” Hayır. “Yaralanma yara izi falan?” Ben buraya mal beyanından geldim. Devlet memuruyum. Her mahkum gibi mahkum değilim yani. “Ben sormak zorundayım, sen de cevap vermek…” Ben doktorla uğraşırken, gardiyan yanımda getirdiğim dürüm ve ayranı masaya koyuyor. “Normalde bunu çöpe atmamız lazım ama neyse. İstersen burada yiyebilirsin.” Yiyeceklerimi tatsız tuzsuz yiyorum. Anahtarlarım, cüzdanım, paramın bir kısmı tutanakla zarflanıp emanet dolabına kaldırılıyor. Doktorun onayıyla aynı boyda olduğumuz gardiyan, emaneti olan benimle birlikte yine koridorlar mahallesine geçiyor. Son bir koridora giriyoruz ve gardiyan sonrası kendine yasakmış gibi birden durup bağırıyor. “Memur kovuşuuu.” Gardiyan yürümeye devam et derken arkamdaki demir kapıları kapatıyor. Tek başıma yürümeye devam ediyorum. Koridorun ilerisinde pusuda avunı bekleyen yırtıcılar gibi beni bekleyenlerin olduğunu tahmin ederek yürüyorum. El sıkışmak falan yok burada. Aniden nereden çıktığı bilinmez bir gardiyan yolumu kesiyor. “Şuraya geç” diyerek bir demir kapıyı açıyor. İçeri giriyorum ve demir kapı arkamdan kapanıyor.
Sağ taraftan televizyonun sesi geliyor. Karşımdan hoş geldin sesleri… Televizyonun olduğu odaya geçiyoruz. Kovuş küçük. İçeride 11 kişi varmış, ben onikinci mahkumum. Bir pilastik sandalye var, yedi sekiz tane de tabure. Haddimi bilip bir tabureye geçiyorum. Ne de olsa burası ceza evi dikkat etmek lazım. Hemen bir sigara yakıyorum, sonra da tanışma faslı başlıyor. Uzun boylu, sağlıklı görünüşü olan biri tanıtıyor kendini. “Ben Keramettin” diyor. Sesi üniversiteden bir arkadaşıma ne kadar da benziyor böyle. “Ben Yusuf” diyor kısa boylu olan. Yanımdaki “Ben Mesut” diyor. Keramettin araya giriyor; “tecavüzden burada dikkat et.” Hepsi gülüşüyorlar. Adamın diş hekimi olduğunu, dişçi kolduğundaki bir kadını tacizden geldiğini sonradan öğrendim. Sıra geliyor gerçeklerle yüzleşmeye… “İlk mi?” Diye soruyorlar. Evet diyorum. Sonra bir kursiyere öğretir gibi kovuşu gezdirip, çöp kutusu boş tutulacak, tuvaletler temiz olacak, yerler paspaslanacak, bulaşıklar yıkanacak diyerek yapılacak işleri sayıyorlar ve ekliyorlar. “Adettir son gelen, bir sonraki mahkum gelinceye kadar bu işleri yapar.” Zaten teslim olduğumda akşam saatleriydi yemek geliyor. Yemekte kuru fasulye ve pilav var. Ben dürüm yediğimden acıkmadım. “Yemeğini yemeyenlerin kafasından aşağı döküyoruz” diye takılıyor Keramettin. Saat 7 ve avlu sekizde kapanıyormuş. Açık hava iyidir diyerek avluya çıkıp volta atmaya başlıyorum. Masabaşı işi yaptığımdan odamda bile zaman zaman gezinirim böyle. Önce yemek bitiyor, sonra benim volta keyfi… Bulaşıkları yıkıyorum. Tabiki mutfak yok. Avluda beş kiloluk bidonlardan döktüğüm su ile güçlükle yıkıyorum bulaşıkları. Avlu kapandı içeri geçtim. Biraz televizyon izledikten sonra benim yatak neresi diye sordum. Bir ranzanın üst katını gösterdiler. Bir tek battaniye ve bir yastık var. Işığı kapatmak istedim ama yasakmış. Şimdi daha iyi anlıyorum mahkumların neden alt ranzada yatıp çamaşırlarıyla yataklarının yanına bir perde yaptıklarını. O gıcık beyaz ışık sabaha kadar tepemde yanıp durdu. Nasıl olsa hava yaz diye picama yerine Bir şort koymuştum valizime. Şort atlet yatağa giriyorum. Elinde bir metre uzunlukta bir döner bıçağıyla Erol kovuşa girdi. Diğer mahkumlara, “işte kurbanım burada” dedi. Beni alıp, karga tulumba avluya çıkardılar. Hay Allah! Bu avlu saat sekizde kapanmıyor muydu? Saat gecenin bilmem kaçı… Durun ne yapıyorsunuz diye bağırmaya çalışsam da ses tellerime gücüm yetmiyor. Erol “Sen benim kurbanımsın” diyerek kahkahalar atıyor. Yapmayın allah aşkına diyorum. Hem döner bıçağıyla kurban mı kesilir? Sonra derinlerde bir patlama oluyor. Gözlerimi aralıyorum. Tam oh be rüyaymış diyecekken davudi bir ses gürlüyor; “BEYLER SAYIIIM!” Saatin 12 olduğunu görüyorum. Gece gece nereden çıktı bu sayım? Sonra izlediğim filmleri hatırlayıp sayımın ne olduğunu uykulu beynimde yeniden yerine yerleştiriyorum. Herkes tam tekmil kovuşun ortasında sıraya girmiş, ben şort ve atletimle yerimden doğrulmaya çalışıyorum. Gardiyan sayıp gidiyor. Yusuf, “Böyle olmaz” diyor. “Sana bir picama ayarlayalım. Dua et gardiyan ses çıkarmadı. İn ulan aşağı diye bağırabilirdi.” Sağ olsunlar arkadaşlar picama ayarlıyor mümkün olduğunca yardımcı oluyorlar. Demir kapının her gümbürdemesinde “Hadi bir misafir” diyorlar. Son gelen mahkumlara misafir dendiğini o zaman öğreniyorum. Neyse ki misafirliğim uzun sürmüyor. Ertesi günün öğle saatlerine doğru demir kapımız bir kez daha gümbürtüyle açılıyor. Kumbaraya bozuk para atar gibi bir mahkumu daha içeri sokup kapıyı üzerimizden kilitliyorlar. Dün karşılanandım bu gün karşılayan. Burası memur kovuşu olduğundan heyecanla soruyorum. Ne iş yaparsınız? “Mütahitim” diyor. “İflas ettim sonunda buraya düştüm işte.” Üzülüyorum adama. Sağlık olsun falan diye bir şeyler geveliyorum. O arada tuvaletten çıkıp geldiğini tahmin ettiğim Soner giriyor lafa. “Abi bu ibne polis yav; bu yakalayıp getirdi beni buraya.” Polis abimizin gizlenme oyunu uzun sürmedi. Soner’e polise ibne dedi diye kızdım ama sadece içimden kızdım. Bunlar azılı mahkumlardı. Yıllarını burada geçirecek adamların dünyası artık buradan ibaretti. Bense birkaç günlüğüne uğramış bir misafir, bir ziyaretçi gibiydim sadece. Tepkilerimi uluorta gösteremezdim. Polis İbrahim son gelen olarak işleri devralınca bana da bol bol uyumak volta atmak falan düştü. Sayımlarla, tartışmalarla, sohbetlerle, yemeklerle, bir gün daha geçti. İbrahim’le kısa zamanda dost olduk. Polis olduğundan kimse sevmezdi onu. Merak edip herkese mesleğini ve suçunu sormaya başladım. Keramettin kurşunlamadan gelmiş. 16 yıl vermişler. Mesut’u zaten biliyorum. İbrahim borç batağındaymış. Kazım bir ilçede bir kurumun müdürüymüş. Zimmetine para geçirmek suçundan burada. Soruşturmalarıma devam ederken, İbrahim beni uyarıyor. “Sen bunları bilmezsin;” diyor. “Bunlar suçlarının sorulmasından hoşlanmazlar.” Araştırmamı yarıda kesiyorum. Buraya Cuma günü akşamüzeri gelmiştim. Şimdi günlerden Pazar. Banyoya gitmek isteyenler hazırlansın diye bağırıyor biri. “Banyoya falan gitme” diyor Yusuf. Banyo parası diye soyuyorlar adamı.” Peki parası olmayan ne yapıyor diyorum. “Dışarıdan akrabalardan getirtirler” diyor. Banyo işini nasıl hallediyorsunuz peki? Avluda duvarın dibindeki sayısı otuzu bulan yan yana dizilmiş beş on kiloluk bidonları gösteriyor. “Bunlar güneş altında ısınıyor idare ediyoruz” diyor. Pazartesi sabahı Bahçedeki bidonlardan birinin içinde bir ölü kuş bulduk. Su içmeye çalışırken bidona düşmüş ve çıkamamış boğulmuş zavallı. Silahlı çatışmalardan çıkmış, adam vurmuş insanların nasıl üzülüp kahrolduklarını görüyorum. Bu adamlar mı insanlara kurşun atmış? Kimi televizyon başına gitti; kimi uyudu. Hava çok sıcak ama avludan bir yere ayrılmıyorum. Demirkapı sesi, mahkum sesi, televizyon sesi buradaki seslerin toplamı. Çöp kamyonu olduğunu tahmin ettiğim bir arabanın motor sesi bile günler sonra çok hoş geliyor kulağa. Uzaklardan bir radyonun sesi de geliyor ve çok farklı. Necip fazıl Kısakürek’in dizelerini hatırlıyorum.
Yeryüzü boşaldı habersiz miyiz?
Güneşe göç var da kalan biz miyiz?
Biten sigaranın ateşiyle yeni sigaramı yakarken bir yandan da bu dizeleri alçak sesle okuyorum. Ne ara geldiğini fark etmediğim Keramettin “Bir daha okusana şu şiiri” diyor. “Şöyle başından sonuna adam gibi bir daha okusana.” Hepsi ezberimde değil diyorum ve olduğu kadarını okuyorum. Diğer mahkumlar da yiyecek bulmuş balık sürüsü gibi hızla çoğalıyorlar yanımda. En çok da,
Bir idamlık Ali vardı asıldı,
Kaydını düştüler mühür basıldı,
Geçti gitti birkaç günlük fasıldı,
Ondan kalan boynu bükük ve sefil,
Bahçeye diktiği üç beş karamfil.
Dizelerine ilgi gösteriyorlar. Kağıt kalem ayarlayıp şiiri ranzasına asanlar oluyor. Şiirin heyecanı geçince Yusuf sohbet etmek için yanıma geliyor. Bana şu ağalardan söz etsene diyorum. Filmlerdeki gibi mi gerçekten? “Daha beter” diyor. “Bu kovuş bu hapishanenin cennetidir. Diğer kovuşlarda ağa olur. Yanında da iki tane fedayisi olur. Para isterler. Vermezsen dışarıdan, akrabalarından getirtirler.” Kimse şikayet etmiyor mu? “Ne şikayeti Fatih. Gece uyurken kafana bir battaniye atarlar, hastanelik olacağın kadar dayak, sonra da maltaya atıverirler. Sordukları zaman da huzursuzluk çıkarıyordu dövdük derler. Herkes ağanın şahitidir.” Sen neden buradasın Yusuf? Diyor ve hatamı fark ediyorum. “Silahlı çatışma” diyor. “Mahallede kavga çıktı. Bizden sakat kalanlar, onlardan ölenler oldu.” Konuyu değiştiriyorum. Buradan hiç kaçmaya çalışan olmamış mı? “Niyazi sen gelmeden başka ceza evine gitti. Akşam avlu kapanmadan duvarı tırmanıp gizlenmeyi başarmış. Gece duvarın diğer tarafına atlayınca jandarmanın kucağına düşmüş. O duvarın diğer tarafında jandarma olduğunu bilmiyordu.” Saat öğle vakti 12. Bir sigara daha içiyorum, sonra bir daha, sonra bir daha… Saat 12.15. Vakit geçmek bilmiyor. Birden içeriden sesler yükseliyor. Televizyon odasında kavga çıkmış. Keramettin oturacak yer bulamayınca çıldırmış. Küfürlerin bini bir para. “Üç beş aylık ceza için geliyorsunuz, adamın rahatını bozuyorsunuz” diye bağırıyor. Uzak durmayı tercih ederim.
Akşam avlu kapanınca kovuşta oturuyoruz. Vakit de geçmiyor dedim. O zaman bir anı anlatayım da gülün dedi Nafiz. “Ben buradan önce Sağmalcılar cezaevindeydim. Orası benim ilk cezaevimdi. İçeri ilk girdiğimde herkes düşmanca bakıyordu. Benzetmesi yanlış olmasın, köpek barınağına girmiş kedi gibiydim. Bu işe hemen bir çare bulmam lazımdı. Arkadaşları aradım, bir kilo mal getirtip kovuşun ortasına attım. Malı kapış kapış tükettiler. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Beni öpme sırasına girdiler. Kimse şöyle bir sarılıp öpmeden, saygılarını bildirmeden teşekkür etmedi. Hepsi etrafımda pervane oldu.” “Cezaevi böyledir” dedi Keramettin. “Aslanı kuzuya, kuzuyu aslana çevirir.”
Perşembe günleri görüş günüymüş. Gelen giden müdür beye takılıyor. “Vay müdürüm yakıyorsunuz.” Kazım tıraş olmuş. Aslında çok da sakalı yoktu. “Hanım gelecek” diyor. Cezaevi buydu işte. Özgürlükleri budayan bir hızardır cezaevi. Evinde olsa o kadarcık sakal için tıraş olmayacak Kazım’ın umursamama özgürlüğü, erteleme özgürlüğü; hepsi bir karadelik tarafından yutulmuştur sanki. Yabancılaştırır cezaevi. Hatta en yakınından bile. En doğal olması gereken eşinin yanına bile bir gün öncesinden hazırlıklar yaparak gitmek zorundadır müdür Kazım.
Görüş günü sabahı herkeste bir heyecan. Benim de adım okunuyor. Bir yanlışlık olmasın diyorum. Burada olduğumu bilen yok. “Yanlışlık yok” diyorlar. Sonradan akıl edebildim. Burada bir özgürlük var aslında. Görüşe çıkmama özgürlüğü. Ben o özgürlüğü kullanamadım. Koridorlardan geçtim. Uzun bir koridor ikiye bölünmüş, yanyana kabinler yapılmış, kabinler de ortadan kalın camlarla ayrılmış. Camların yanında havalandırma ızgarasına benzer bir şey var. Oraya bağırıyor ve karşıdakini duymaya çalışıyorsunuz. Bu işi yirmi bu tarafta, yirmi karşı tarafta toplam kırk kabinde elli atmış kişinin aynı anda yaptığını ve Pazar yeri gürültüsüne benzer bir uğultunun içinde mesela eşinizi duymaya çalıştığınızı düşünün. Neyseki benim eşim gelmemişti. Erol’u kabinlerden birinde görünce çok sinirlendim. Direk ızgara benzeri yere seslendim. Ulan it Allah belanı versin. “Verdi abi zaten verdi merak etme” diyor. “Benim de sonum burası. Annemi kaybettik. Cenazeyi kaldırdım teslim olacağım. Buraya senden özür dilemeye geldim. Bir de tain dilekçesi verdim. Ben çıkıncaya kadar inşallah olur. Yeni bir başlangıç lazım abi.” Başın sağ olsun kardeşim diyorum. Severdim teyzeyi. Bir ses Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen acı sohbetimizi bölüyor. “Süre doldu.” “Sana borcumu ödeyeceğim abi” diyerek çekilip gidiyor Erol. Daha kaç kelime konuştukki? Erol’u kabinde buluncaya kadar geçen süreyi de saymış olmalılar.
On günlük cezam doldu. Şimdi tahliye zamanı. Arkadaşlarla vedalaşıp çıkıyorum. Emanet tutanağım incelenip kontrol ediliyor. Çantamı alıp çıkıyorum. Hemen kapının önünden bir minibüse atlıyorum. Hayat ne kadar güzel. Şehir ne kadar canlı. Asvalt, üzerine hoş desenler çizilmiş bir halı gibi. İçinde bulunduğum araba, tüylü halının üzerinde bir taht sanki. Aydınlatma direkleri güzel birer aksesuar. Gökdelenler bu cıvıl cıvıl kentin gerdanlığı gibi.
Mustafa DOĞAN

Yorum ekle